Beşiktaş'ın efsane golcüsü, Ufuk Kaan Karacan'a konuştu
Beşiktaş'ın efsane golcüsü Feyyaz Uçar, "kazanmak için her yol mübah" anlayışından dolayı oyunun güzelliğini kaybetmeye başladıklarını söyledi.
Ajans Beşiktaş - Beşiktaş'ın efsane golcüsü Feyyaz Uçar, Ufuk Kaan Karacan'a konuştu. İşte Goal'de yer alan o röportaj...
Feyyaz Uçar, her renkten futbolseverin sempatik bulduğu bir futbolcuydu. Mesela, gol atamadığı birkaç maçın ardından, kendisine, "Golcü, nasıl bir maç olacak bugün?" diyen muhabire, şaşkın bir biçimde "Golcü?" diye yanıt vermiştir. Belki bu zarif ve ince zekâdan mahrum bırakılmamızla futbola olan tutkumuzun azalması arasında paralellik vardır, kim bilir.
Ufuk Kaan Karacan: Teknik adamlığınız bir yana, ne güzel köşe yazıları yazıyordunuz.
Feyyaz Uçar: Kulüpleri biliyorsun. Çalıştığımız yerlerde yönetimlerle bazen anlaşıyoruz, bazen de anlaşamıyoruz. Evet, bir de futbol yazıları yazdığım bir dönem vardı. Bu işin teknik tarafını bilen ve kendini geliştirmiş olan çok değerli futbol yazarlarımız var. Ama onlar işin çok fazla teknik tarafını yazıyorlar ve açıkçası ben onları okurken biraz sıkılıyorum. Ben de o türde yazmayı denedim, ama yapamadım. İstiyorum ki, yazılarımda hayattan bir şeyler olsun.
Aslında yanlış anlaşılan bir şey var. Artık futbol, mahalle arasında kendi aramızda oynadığımız oyun olmaktan çıktı. O kadar enteresan yerlere gelip, o kadar büyük bir sektör oldu ki. Ama sonuçta bu bir oyun. Nasıl sonuçlanacak? Golle sonuçlanacak. Biz oyunun güzelliğini kaybetmeye başladık. Oyunu oynamaz olduk, sadece konuşur ve seyreder olduk. Bu iyiye bir gidiş değil, çünkü futbolun güzelliği kaybolmaya başladı. Buna yönelik yazılar ve teşvikler bence çok daha faydalı olur.
Şu anda primler o kadar arttı ki, herşey kazanmaya yönelik bir durumda. Sadece futbolcunun kazandığı primden bahsetmiyorum, bir işe de devam etmek primdir. Teknik adamların kariyerleri sportif başarıya bağlı olmaya başladı. Sen ne kadar iyi oyuncu olursan ol, uzun vadeli hiçbir yerde çalışamıyorsun. Artık başarı o kadar haftalara endeksli ki, iki-üç hafta kazanamazsan hemen bazı hocaların adı geçmeye başlıyor. Futbolcular da artık her maçı kazanmak istiyor, kazandığı zaman doğal olarak para da kazanıyor, oradaki yeri sağlamlaşıyor. Durum bu hale gelince işin keyif tarafı göz ardı ediliyor. Futbolda "Kazanmak için her yol mübah" lafı geçerli olmaya başlıyor, bu da hoş bir gelişme değil.
"Mircea Lucescu bir deha"
Karacan: Metin-Ali-Feyyaz’a güzel bir spor projesi geldi mi?
Uçar: Geldi aslında, bu konuda kimseyi suçlayacak durumum yok. Futbol hayatımda yaşadığım streslerden dolayı, futbolculuk kariyerim bittikten sonra birkaç yıl gezdim. İyi de oldu, çünkü bu sırada futbolu ne kadar sevdiğimi fark ettim. Sonra futbol yazarlığı ve yorumculuk dönemi geldi, ama bir süre sonra onlar da mutlu etmemeye başladı. Sonradan futbolun benim için ne kadar önemli olduğunu fark edince, tekrardan döndüm sahalara. Sıfırdan, Çanakkale Dardanel’de yardımcı hocalıktan başladım ve dört sene yardımcı hocalık yaptım. Şimdiki gibi futbolu bırakır bırakmaz antrenörlüğe başlamadım. Böyle olunca on sene kaybettim ve geriden geldim.
O arada projeler geldi ama gelenlerin arasında benim için en değerlisi Beşiktaş’ın yardımcı hocalığıydı. Mircea Lucescu gibi birçok değerli hocayla çalıştım, bana çok katkıları oldu, çünkü hakikaten adam deha. Onunla çalıştıktan sonra "Biz ne kadar yetersiziz" diyorsun ve adam seni bilgisiyle, hâl ve hareketleriyle eziyor! Lucescu'yla iki sene çalıştık ve bir kere sesini yükseltmedi.
Onun dışında da bazı teklifler geldi ama uzun soluklu değildi. Zaten Türkiye’de uzun soluklu proje yok. Şartlar böyle, biz de buna ayak uyduracağız.
Karacan: Lucescu’yu özel kılan nedir?
Uçar: Adamın her şeyi başarıya endeksli, gittiği her takımda da başarıyı yakalıyor. Türkiye’de çalıştığı takımlarda, Beşiktaş’ta da Galatasaray’da da şampiyonluk yaşadı. Maç sırasında yaptığı hamleler genelde eleştirilirdi ama hoca kendi takımıyla fazla ilgilenmiyordu. Lucescu'nun aklı fikri rakibin nerede zaafı olduğundaydı ve buna karşı yaptığı hamlelerde hep etkili oluyordu. Mesela çok fazla yan pas oynamaz Lucescu’nun takımları, dikine oynarlar ve topun takımında kalması için hep çalışmalar yaparlar ve bu çalışmaların neticesinde de başarı gelir. Uzun vadede onla çalışmak çok keyif vericiydi.
Karacan: Kuşkusuz size önceden olan ilgi alaka hâlâ devam ediyordur değil mi hocam?
Uçar: Biz çok şanslıyız, çok güzel bir dönemine geldik Beşiktaş’ın. Çok iyi bir takımdık, güzel de başarılar elde ettik. Sağolsun Beşiktaş camiası bizden ilgisini hiçbir zaman esirgemedi, hâlâ da devam ediyor. Bu, çok büyük bir onur bizim için. O dönemdeki başarıların da ayrı bir önemi var, çünkü daha önce böyle başarılar elde edilmemişti. O kadronun her biri çok değerli oyunculardan oluşuyordu.
"Trabzonspor'da yabancı transferi yasaklasalar şampiyonluk şansları yükselir"
Karacan: Sizin takım çalıştırırken genel felsefeniz nedir? Genç bir takım mı kurarsınız, yoksa daha oturaklı bir takım mı?
Uçar: Gençlerle çalışmanın keyfi de var, zorluğu da. Zorluğu şu; günümüz futbolunda hedefe giden takımda her şey başarıya o kadar endeksli ki, genç oyuncuyu kazanma lüksün yok. Çünkü genç oyuncuyu alıp, "Hadi koş aslanım" demek diye bir şey yok, mutlaka bir süreçten geçmesi gerekiyor. Özgüveninin oluşması lâzım, bunun için de baya bir vakit, yaklaşık bir sezon gerekiyor. Ama artık ne yazık ki genç oyunculara şans veremiyoruz.
Mesela Sadi Tekelioğlu, Trabzonspor'un A takımında göreve geldiğinde, 11 tane gence yol verdi, önünü açtı. Sonra da ona yol verdiler. İnsan üzülüyor, bunlar trajikomik şeyler. Oysa ki Sadi Hoca en doğrusunu yaptı. Trabzonspor takımı, Trabzon şehri o kadar önemli ki, bizim dönemimizden beri her takımda Trabzonlu olan en az üç-dört oyuncu olurdu. Öyle bir kaynaktı ki Trabzon şehri, hâlâ da birçok oyuncu yetişiyor. Bence Trabzonspor, Türk futbolunda ayrı bir misyona sahip. Yabancı transferi yasaklasalar, Trabzonspor’un şampiyonluk şansı daha da yükselir. Çünkü orada başka hiçbir şehirde olmayan bir potansiyel var. Trabzon’da hamsiden çok futbolcu var, öyle bir kaynak ki inanılır gibi değil. Gittiğin zaman görüyorsun, her yerde herkes futbol konuşuyor. Çok önemli futbolcuların çoğunun bir Trabzon geçmişi vardır.
Karacan: Attığınız en güzel gol hangisiydi?
Uçar: Attığım en güzel gol Boluspor’a kafayla attığım goldü, o maçı da TRT yayına almamıştı, dolayısıyla görüntüsü yok. Geçen televizyon kanalında gösterdiler. Nasıl bulmuşlar, nasıl çekmişler bilmiyorum, çünkü TRT’ nin arşivinde yok.
"Beşiktaş'ı Hagi gibi yukarıya çekecek bir yabancıya ihtiyaç vardı"
Karacan: Beşiktaş'ta üst üste şampiyonluklar yaşadınız ama neden Şampiyonlar Ligi'nde, o dönemki adıyla Avrupa Kulüpler Şampiyonası'nda başarılar gelmedi?
Uçar: Çok güzel bir konuya değindin, bizim de içimizde ukdedir. Galatasaray’ın başarısının altında böyle bir hamle yatıyordu bana göre, ileriyi görme hamlesi. O dönem çok iyi bir başarı yakaladılar, çok iyi kadroları vardı. O kadroya yaptıkları takviyeler inanılmazdı. Yabancı tercihlerinde de, başta Gheorghe Hagi ve Gheorghe Popescu olmak üzere, hiç yanılmadı Galatasaray.
İleriyi öngörerek, o zamanki UEFA Kupası'nı kazandılar. İnanılmaz bir başarıydı tabii ki. Biz ne yazık ki üç yabancı tercihimizi genelde doğru kullanamadık. Onların arasında en iyisi Les Ferdinand’dı. O da sakatlandı ve 13 maç oynayabildi. Bizim kendimizi yukarıya çekebilecek Hagi gibi bir adama ihtiyacımız vardı, onu bir türlü bulamadık. Belki de o zamanki hocamız Gordon Milne'in mantalitesiyle alakalıydı, çünkü Milne hep şöyle söylerdi: ‘’Herkes son maça bakar, şampiyonsan başarılısın.’’
Maalesef o dönem ileriye yönelik hamleler ve transferler yapamadığımız için ve o zaman Şampiyonlar Ligi'nin ileride ne boyutlara ulaşağını öngöremediğimiz için başaramadık, ki o takım normalde başarırdı. O takıma iyi bir yabancı kaleci, bir orta saha, hatta forvet de olabilirdi.
Karacan: Hocam evde formanız dağıta dağıta kaldı mı?
Uçar: Nerede? Keşke olsa. Bizim o zaman bir malzemecimiz vardı. O zamanlar tabii üç forma alıyorduk, onlarla da sezonu bitiriyorduk. Tozluğu veya başka bir şeyi malzemeciden alana kadar canımız çıkıyordu. Maça çıkacağız mesela, tozluk istiyorduk, malzemeci "N'apacaksın?" diye soruyordu. O yüzden ne yazık ki evimde şu an tek bir formam bile yok, o zamanlar hepsi gitti. Şampiyonluklarda da gitti formalarım.
"Daum ile anlaşmamak mümkün değildir"
Karacan: En iyi anlaştığınız hoca Christoph Daum’muş, doğru mu?
Uçar: Daum ile anlaşmamak mümkün değildir, onun kendine göre ölçüleri vardır. Eğer onlarla uyum içinde olursan, Daum ile anlaşırsın. Yerli hocalarla pek çalışmadım, yabancı hocalarla da bir sıkıntım olmuyordu. Hasbelkader İngilizce’yi öğrenmiştim. Dolayısıyla hocaların ilk iletişim kurdukları kişi ben oluyordum. Mesela yemeğe gidiyorduk, çoğu zaman hocanın yanında ben oturuyordum. Çünkü her zaman yanında tercümanları olmuyordu, o yüzden sosyal ve özel alanlarda yanlarında genelde ben oluyordum, tercümanlık yapıyordum.
Karacan: Milos Milutinovic baya disiplinli bir hoca olarak biliniyor, onunla aranız nasıldı?
Uçar: Milutinovic eşofman giymeden antrenman yapan tek teknik adamdı, devamlı kapalı salonda çift kale maç yapıyorduk, o da katılırdı. Ben hayatımda bu kadar hazır bir adam görmedim. Gelirdi, pantolonu indirirdi, altında eşofman olurdu, sonra pantolonu tekrar giyer devam ederdi. Bir kere karda dışarıda idman yapmak zorunda kalmıştık. Başkan fırça atmıştı ona, "Bu takıma birazda dışarıda idman yaptır" diye, o gün de yarım metre kar yağmıştı.
"Futbolculuk, teknik direktörlükten daha güzel"
Karacan: Futbolcu kültürüyle, antrenörlük arasında bağ kurmak kolay mı? Şimdilerde zorlanıyor musunuz? Yoksa bir şeyleri yönetmek daha mı kolay?
Uçar: Futbol oynamak hakikaten biraz zekâ gerektiriyor. Kültür gerektirmiyor bence. Hani bize kültürsüz derler ya, ben ona da katılmıyorum. Eğitimsiz lafına katılıyorum, eğitimlerimiz genel olarak yetersiz maalesef. Onun dışında futbolcu adamın biraz zeki olması lâzım, çünkü saniyede bir şeye karar vermen lazım ve o karar doğru olursa başarılı oluyorsun. Yoksa hiçbir şekilde bir yerlere gelemiyorsun. Artı olarak, biraz bir şeylerin hesabını kitabını da bilmeniz lazım.
Teknik adamlık ise bambaşka bir şey. Futbolcuyken kendine ve hocana sorumlusun. Eğer iyiysen adam oynatıyor seni, ama teknik adamken futbolculara bir eğitmenlik yapman lazım. Öbür tarafta işin yönetim kısmı var, onlarla da diyalogların devam etmeli. Medya ayrı bir kısım, diğer taraftan taraftarla ve camiayla olan ilişkilerin var. Yani beş ayrı kolla muhatap oluyorsun, onun için futbolcu olmak en güzeli.
Karacan: Acaba bugünlerde, bu imkânlarda Feyyaz Uçar olarak tanısaydık sizi, ne değişirdi?
Uçar: Ben üniversitede birinci sınıfta, hatta ikinci ve üçüncü sınıfta okurken belediye otobüsüyle idmana gelip gidiyordum. O zaman transfer parası yetmiyordu. Sanıyorum ikinci transfer paramla oturduğum evi aldım, yani o zamanki şartlar öyleydi. Şimdiki şartlar çok daha farklı. Zaman içerisinde yayıncı kuruluşun ve reklam gelirlerinin işin içine girmesiyle paralar inanılmaz arttı. Para arttıkça işin amatör ruhu ve duygusal tarafı ikinci planda kalmaya başladı. Bundan sonra da böyle olacak, bu yönde ilerleyecek. Rakamlar daha da artacak, ki sanıyorum federasyon ve bakanlık da bu konuda yeni bir yasa çıkarmak istiyor.
Belki futbolcular bizim dönemimizdeki gibi birbirlerini çok sevip saymazlar, aralarındaki ilişki bizim dönemimize göre çok daha iyi olmayabilir ya da bizimki gibi bir kolej takımı da olmayabilir ama beraber olduklarında profesyonelce başarıyı yakalamaları gerek. Bizim bütün futbolculardan beklentimiz budur. Birbirlerini sevmeleri gerekmiyor, ama giydikleri formanın hakkını vermeleri gerekiyor. Terlerini dökecekler ve aldıkları paranın karşılığını verecekler, çünkü hakikaten bu ülkenin takımları büyük takımlar. Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş, Trabzonspor; bunlar çok önemli takımlar. Bu takımların taraftar sayısına bakarsan, Avrupa'daki birçok takımdan daha önde olduklarını görürsün ve bu büyük takımlardan artık uluslararası arenada büyük başarılar bekliyoruz.
Karacan: Güzel bir anınızla bitirelim mi söyleşiyi?
Uçar: Kolej takımından konu açıldı, birkaç kere de anlatmıştım, yine anlatayım. Antalya’da kampta, oteldeyiz. Gece bizim çocuklar kâğıt oynarlardı, hatta sadece oyun oynanan odalar vardı, oyuncular amatörler ve profesyoneller diye ikiye ayrılırdı. Ben hiçbir zaman profesyonel tarafta olamadım, hep amatörlerdeydim. Bir gece, saat iki buçuk gibi, garson içeriye girdi. Ter içinde kalmış, yorgunluktan ölmüş, elinde tepsi... Biz de döndük baktık, kim bu garson diye, "Ya abi ben bir şey söyleyeceğim, buraya bir sürü takım geldi, sizin kadar disiplinsiz bir takım görmedim, bir de sizin için kolej takımı diyorlar" dedi. Biz de çocuğa baktık, sonra tekrar birbirimize baktık ve dönüp, "Sıra kimde?" deyip oyuna devam ettik. (Goal)