Ajans Beşiktaş - Şampiyonlar Ligi’nde tarihî bir sezon geçiren Beşiktaş, son 16’da Avrupa’nın en büyük takımlarından birisiyle karşı karşıya gelecek. Şenol Güneş’e göre bu seri, Beşiktaş’ın kendisini test edebileceği bir eşleşme. Usta teknik adamla, Goal Türkiye Genel Yayın Yönetmeni Çetin Cem Yılmaz, UEFA adına söyleşti.
Beşiktaş’ın Ümraniye Nevzat Demir Tesisleri’nde gerçekleştirilen söyleşide, Bayern Münih eşleşmesinin yanı sıra Güneş'in kariyerine de odaklanıldı. İşte tecrübeli teknik direktörün çocukluğundan başlayan ve “gerisi artık kitabıma” diye biten söyleşisinden notlar:
Çetin Cem Yılmaz: Kariyerinizi gayet iyi biliyoruz, ama siz geriye baktığınızda hayatınızı nasıl görüyorsunuz? Futbolla geçmiş bir ömürden bahsediyoruz. Futbol sevginiz nasıl başladı?
Şenol Güneş: 1952 yılında doğdum. Çocukluğumdan beri sokak aralarında, mahallede top peşinde koştum. Dolayısıyla futbola böyle başladım. Bilinçsiz, eğitimsiz, ama keyifli oyunlarla başladık. Arkadaşlık birlikteliğini, komşuluğu, yakın kentlere gidiş gelişi hep futbol sayesinde yaptık. Çocukların bir sürü oyuncağı vardı ama bizim oyuncağımız toptu. Bazen yamalı, bazen plastik toptu ama hep topun peşinden gittik. 15 yaşına kadar Trabzon’dan hiç ayrılmadım, çocukluğumuzda uzakları hayal ettik. 15 yaşında amatör takım Erdoğdu’da lisans çıkarttım, oradan sonra Trabzonspor’a geldim. Tekrar Sebat’ta gençlik takımı Akçaabat’ta profesyonel oldum, ondan sonra tekrar Trabzonspor’a... 20 senelik bir futbol hayatım var. Ondan sonra 1987 yılında teknik direktör olarak bu işe devam ettim, bugüne kadar. Arşive baktığımızda yaptıklarımız, başarı ve başarısızlıklarımız görülebilir.
Yılmaz: Teknik direktörlüğe geçişiniz nasıl oldu?
Güneş: Aslında oyuncuyken de antrenörlük yapıyordum. Takım kaptanıydım, dolayısıyla zaman zaman takımı çalıştırıyordum. Zaman zaman idari konularda hocaya yardımcı oluyordum. Mahalle arasında, çocukluktan beri olan liderlik vasfımı takım için kullandıktan sonra antrenörlüğe başlamadan önce kendimi antrenörlüğe hazırladım. Sonra lisans alabilmek için uğraştım, hatta Berlin’e de gittim bir kurs için. Sonra diplomayı aldıktan sonra antrenörlüğe başladım.
İlk başlangıcımız Trabzonspor’da yardımcı antrenörlük oldu. Genelde Trabzonspor’da olmak üzere birçok takımda antrenörlük yaptım. Bu dönemde hem lig şampiyonluğu, hem kupa şampiyonluğu gibi sonuçlar aldık. Ama en önemlisi, benim için 2002 Dünya Kupası’nda geçirdiğimiz dönemdi. Dünya Kupası’nda üçüncü olduk. Aynı şekilde Trabzonspor’la Şampiyonlar Ligi’nde kıl payı gruptan çıkamamak, bizim için başarısızlık gibi görünse de o dönem Trabzonspor’un en büyük başarılarından birisiydi. Daha sonra da Beşiktaş’ta lig şampiyonluğuyla birlikte Şampiyonlar Ligi’nde gruptan çıktık. Yeni hedefimiz de zor bir takımı eleyip turu geçebilmek.
Yılmaz: Çocukken oynarken de kaleci miydiniz?
Ama çocukluğumdaki futbol keyfini zaman zaman kaybettiğimi düşünüyorum. Çocukluktaki birbiriyle oynama, birbirini kızdırma, kazanmanın hazzını yaşama, kaybetmenin üzüntüsünü, kızgınlığını yaşamanın bugün profesyonelce bir yer alması, o günkü keyifleri kaçırdı. Trabzonspor’da uzun yıllar futbol oynadım, benim hayatım orada geçti diyebilirim ama Trabzonspor’a ilk geldiğimde, belim rahatsız olduğu için futbolu bırakmamı söyledi doktorlar. Ben ise devam ettim. Riskler vardı, uzun yıllar bel rahatsızlığıyla, bel fıtığıyla oynadım. Bundan üç yıl önce mecbur kaldım, ameliyat oldum. Bunun dışında beyin sarsıntısı, birçok travma da geçirdim, zaman zaman hastalık da geçirdim. Ama futbol güzel bir oyun, bütün acılarına rağmen, sıkıntılarına rağmen bana her zaman keyif verdi. Futbolun varoluş sebeplerinden bir tanesi bir kimlik bulabilmek, ilişkileri kurabilmek, dostluk içerisinde sevgi saygıyı yaşayabilmek, insanlar arasında yakınlaşmayı sağlamak. Ben hep böyle gördüm ve o yüzden mutluyum.
Yılmaz: Aynı zamanda öğretmenlik geçmişiniz de var.
Güneş: Dört sene ortaokul öğretmenliği yaptım. Pedagojik olarak bakarsak futbola çok katkısı oldu ama daha önemlisi futbolla ikisini bağdaştırırsak ikisinde de yöneten kişi olarak görüyoruz kendimizi. Öğretmen yol gösteren, rehberlik yapan kişidir, antrenörlük de öyle bir şey. Çok faydası olduğunu düşünüyorum. Maalesef ülkemizde futbolun antrenörlük tarafına geçildiği zaman bu pedagojik tarafı ikinci plana atılıyor. İnsan karakterini değerlendirmek ve geliştirmek tarafında eksik kalınabiliyor. Ben o konuda biraz daha avantajlı olduğumu düşünüyorum. Öğretmenliğin bana katkısı oldu, biraz mecburiyetten yaptım ama iyi ki de yapmışım.
Futbolun en güzel tarafı ortaokul, lise tarafıdır. O zaman hem okuyordum hem oynuyordum. Yemek yemeye zaman bulamıyordum. O kadar futbolu seviyordum. Arkadaş grubu da öyleydi. Şanslıydım, mahalle arasındaki bütün arkadaşlarımın o keyifle oynaması da bana katkı yaptı. Yine mahallemizde büyükler vardı, lig takımlarında oynuyorlardı. O dönemde büyüklerimizin varlığı bile yol gösteriyordu ama futbol eğitimi olarak eksiktik. Bugün futbol eğitimi çok daha üst seviyeye geldi, tesisler değişti. O dönemin toprak sahalarından, malzeme yokluklarından, kaleci eldiveni bulamadığım için oynayamadığım dönemlerden, bugün sponsorların malzeme bulduğu dönemlere geçtik. Ama galiba o yokluklar bizi daha fazla zorluklara alıştırdı ve o zorlukların keyfini yaşadık.
Yılmaz: Sizin de oynadığınız Trabzonspor takımı, ülke futbolunu sallamıştı. Dokuz sezonda altı şampiyonluk kazanmıştınız, özellikle iç sahada yenilmezdiniz. O Trabzonspor takımının sırrı neydi?
Güneş: Trabzonspor dönemine gelmeden önce kendimle ilgili bir şey söyleyeyim. Bugün geriye baktığımız zaman onu daha iyi görüyorum. 15 yaşında Sotka Mahallesi’nde, Trabzon’un Yoroz Burnu’ndan batıyı, İstanbul’u, Ankara’yı, Avrupa’yı hiç görmeyen bir kişiydim. İstanbul’dan 20 saat otobüsle gidilen bir yol. Çocuk aklımla güneşin denize doğru battığını görüyorum, battığı zaman ne olduğunu düşünüyordum. O zaman İstanbul takımlarını, diğer takımları, futbol maçlarını, radyo kanalıyla dinleyebiliyordum, çünkü televizyon yoktu. O hayallerimiz içerisinde “ben de oynasam, hiç gol yemesem” ya da “önde oynasam, gol atsam” diye, en iyisi olma hayallerim vardı. Duyduklarımdan hayaller kuruyordum o dönemlerde.
Daha sonra futbolcu olarak 1967’de lisans çıkardım, Erdoğdu takımında. Benim futbola başladığım yıl, aynı zamanda Trabzonspor’un kuruluş tarihi. Belki hayatımız orada kesişmiş olabilir. İki sene sonra da Trabzonspor’a geldim. Bir sene amatör takımda kaldım, hastalandığım için beni bıraktılar, ertesi sene tekrar profesyonel takıma aldılar. Acıları, sıkıntıları gördüm. Bir sene kadroya girmediğim dönemden, her sene her maçta oynayan bir oyuncu durumuna geldim. Dolayısıyla, Trabzonspor bu sıkıntıları gördü. Hem ben hem de tüm arkadaşlarımız gördü.
O zaman Trabzonspor, geçmiş yıllarda dışarıdan transfer yaparak oyuncu alıyordu, bu da bir sonuç getirmiyordu. Daha sonra Ali Kemal’ler, Hüseyin’ler, Necati’ler, Turgay’lar, Serdar’lar, bir sürü oyuncu birlikte olduk ve bir aile havası içinde birlikte iyi bir çıkış yaptık. Ve Trabzonspor’un o ilk efsane kadrosunu, hocalarımızın da katkılarıyla - Ahmet Suat [Özyazıcı] Hoca, Özkan Sümer Hoca – ama şehrin de bütünleşmesiyle şampiyonluğa taşıdık. Şehirde taraftar, yönetici, oyuncu, gazeteciler olarak hep iç içeydik. Maça gittiğimiz zaman herkes yerini alıyordu, bir kısmımız sahada, bir kısmımız tribünde. Trabzonspor’un çıkışında büyük bir ses getirdi o kadro, uzun yıllar Türk futboluna da renk kattı. Ben de onların içindeydim. Onlardan biri olmaktan dolayı mutluyum ve gururluyum. Hepsine teşekkür etmek lazım. Bugünkü Trabzonspor’un felsefesini, anayasasını da onların koyduğunu düşünüyorum.
Ama geçmişe bakarsak, hatalar yapılması da aslında bir derstir. Çünkü geçmişte yapılan hatalar da sonra yapılmamaya başlandı. Doğrular yapılmaya başlandı. Uzun süre başarılar elde ettikten sonra yeni başarılar elde etmek için yine tekrar hatalar yapıldı ve tekrar başarısızlık dönemleri geçirildi. Futbol böyle bir oyun. Derslerin çıkarıldığı, sürekli iyi sonuçlar alınmasa bile doğru işlerle başarıya gidilebileceğini gösteren bir oyun olarak görüyorum.
Yılmaz: Özkan Sümer ve Ahmet Suat Özyazıcı’dan bahsettiniz. Antrenörlük açısından onlardan ilham aldınız mı?
Güneş: Tabii. Sadece onlar değil, Metin Türel Hocam da benim için önemliydi. Suat Ağayey'in ayrıldığı dönemdi, “Gel beraber çalışalım” dedi, dört ay birlikte çalıştık. Daha önce milli takımdan antrenörüm olan Coşkun Özarı’nın da vardır katkısı. Ben oyuncuyken Jürgen Sundermann gelmişti Türkiye’ye. Farklı bir çalışma düzeni, profesyonellik anlayışıyla, Alman felsefesi ve disipliniyle gelmişti. Çok katkısı olduğunu düşünüyorum. Her çalıştığımdan mutlaka bir şeyler almaya çalıştım. Onların varlığı, hareketleri, davranışları, ilişkileri, size bir ipucu oluyor. Ama odakta siz varsınız. Siz almazsanız, kimse bir şey vermez.
Yılmaz: 90’ların başında Trabzonspor’la Avrupa’da önemli takımlarla karşılaştınız: Lazio, Schalke, Deportivo, Aston Villa gibi. O ilk Avrupa tecrübeleri nasıldı?
Güneş: Daha da öncesinde, Trabzonspor’un ilk şampiyonluğu, 1976’ydı zannediyorum, Akranes’e gittik, İzlanda’ya. Ben sosyal bilgiler öğretmeniyim, İzlanda’yı ben bile pek bilmiyordum neredeyse. O zaman üç aktarma yaparak İzlanda’ya gidebilmiştik, dönüşümüz de öyle olmuştu. İlk maçımızı orada kazanmıştık, elemiştik, ama daha sonra Kaiserslautern’e elenmiştik yanılmıyorsam; iki maçı da 3-0 kaybetmiştik.
Tabii bir tecrübe oldu. Avrupa’yı fazla bilmiyorduk. Türkiye’de başarılı bir takım olmuştuk ama eğitimimiz, vizyonumuz ancak Türkiye için geçerliydi. O vizyonu da düşünemiyorduk. Çünkü biz mahalle arasında, sokak arasında oynar gibi oynuyorduk. Doğaçlama oynuyorduk. Biraz daha üst seviyeye çıktığınızda daha fazla deneyim, bilgi ve beceri gerekiyor. Onu eksik bıraktığımızı düşünüyorum. Bize o yeterli geldi o dönemlerde. Ama Trabzonspor’un daha sonraki yıllarda zaman zaman çıkışları olmuştur, iyi kadrolar geldi bizden sonra: Hami’lerin, Ünal’ların, Ogün’lerin olduğu bir dönem geldi. Başarılı sonuçlar da aldı ama uzun soluklu yarışı sadece teknik olarak anlatmak doğru değil. Aynı zamanda ekonomik, idari ve psikolojik yapıyı da kurmak lazım. Kulüp yapıları Türkiye’de o zaman da yeterli değildi, hâlâ yeterli değil. Ama zaman zaman aldığımız sonuçlarla gündem yakalıyoruz.
O yüzden o günkü Trabzonspor’un yaptığı da mucize zaten. Bir kaleci düşünün, elinde eldiven yok, malzeme yok, ekonomik olarak beslenme değerleri çok düşük. Taraftarın ilgisi var ama bu bilgiyi ve ekonomiyi size katamıyor. Çünkü şehirde ekonomik ve sosyal sıkıntı var. Alabileceği bilet fiyatı düşük. Dolayısıyla her maça ancak zorlukla gelebiliyor, ki o zorluğa rağmen her maçta bizimle beraber oldular. Her zaman destek oldular. O yüzden Trabzon şehrinin futbol adına ayrıca incelenmesi gerekiyor.
Yılmaz: 2002’ye gelelim. 48 yıl aradan sonra Türkiye, Dünya Kupası’na katıldı ve üçüncülük aldı. 2002 Dünya Kupası’nı nasıl hatırlıyorsunuz?
Güneş: Tabii tesadüf diyebilirsiniz ama çalışmadan tesadüf olmaz. Bir atış yaptığınız zaman hep isabetli yaparsanız o tesadüf olmaz, bir çalışmanın karşılığı olur. Benim hayatımda Trabzonspor’un çıkışının içinde olmam da, oyunculuğa başlamam da, Milli Takım'a gitmem de, Milli Takım'daki başarılar da, daha sonraki sonuçlar da mutlaka bir çalışmanın karşılığıdır. Hep inancım odur. Çalışanın, yeteneği ve karakteriyle bir yere gelebileceğini düşünüyorum.
Milli Takım'a geldiğimiz ilk dönem de çok eleştiriler aldığımız bir dönemdi, belki de çoğunluk kesimin de tepki koyduğu bir dönemdi. O zamanki sayın başkanımız Haluk Ulusoy’un da direnciyle, birlikte bir yola çıktık. Ama iyi bir oyuncu grubumuz vardı. Bu oyuncu grubunu seven büyük bir Milli Takım taraftarı ve halkın ilgisi vardı. Biz, Türkiye olarak uzun yıllardır Dünya Kupası'na katılamama durumundaydık. 1954 yılından beri ilk defa 2002’de katıldık. Şu vizyonu çizmiştik ilk geldiğimizde: Gelen oyuncu grubunda Galatasaray’la UEFA Kupası’nda şampiyonluk görenler vardı, takımlarında şampiyon olanlar, kupa kazananlar vardı, ama hiçbir oyuncunun, hiçbir antrenörün, hiçbir yöneticinin Dünya Kupası tecrübesi yoktu. Onun için “hep birlikte haydi Seul’e” diye bir sloganımız vardı.
Sadece üç değer koymuştuk: İyi bir tanıtım, fair-play ve sportif başarı. Bunların üçünü de hayata geçirdik. Benim için Dünya Kupası’nda aldığımız üçüncülükten daha önemli olan, fair-play ödülünü almamızdı. Güney Kore ile yaptığımız maçtaki o görüntüler, FIFA’nın tanıtımında da çok kullanıldı. Sahasında kaybeden takım ve kazanan takımın kucak kucağa, hatta kendi çocuklarını getirenlerin beraberce taraftarları selamlaması, taraftarların kucaklaşması... Aynı zamanda Türkiye’nin imajını tanıtmak önemliydi.
Dünya Kupası’nda bizim için de aynı şey oldu: Orada bir hakemle karşılaştık, hangi maçtaydı unuttum, Beninli bir hakem. Ben Benin’i de ülke olarak bilmiyordum, daha sonra Afrika’nın ortasında küçük bir ülke olduğunu öğrendim. Futbolun güzel tarafları var; bu tip ilişkilere yardımcı olabiliyor. Ama bizim yaptığımız, hiçbir kompleks yapmadan, sadece futbol oynamaya çalışmak, kendi gücümüz ne varsa göstermek... Hani çocukluğumdaki o mahalledeki keyif alma duygusu var ya, neyimiz varsa ortaya koyma özelliklerini orada takım olarak yapmaya çalıştık. Başımız dik olarak ayrılmak istedik ve bunu da başardığımızı düşünüyorum. Sonuçtan çok duruşumuzla yaptık, iyi bir imajla ayrıldık. Bütün o gruptaki arkadaşların da bunda çok büyük katkısının olduğunu düşünüyorum. Sadece onların değil, yönetimlerin de katkısı var. Taraftarın daha sonra sahiplenmesi var. Medyamız o konuda biraz acımasız eleştirdi ama eleştirileri doğru tarafa alarak işimizi yapmaya çalıştık.
Ama 2002'de sadece Dünya Kupası’nda üçüncü olduk. Orada da söylemiştim. Dünyada futbol ülkesi olarak o gün de, bugün de biz üçüncü değiliz. Almanya’yı sayabilirsiniz ilk sıralarda, belki de birincidir. Yatırımını yapan, aynı zamanda yarışmayı yapan, üreten, eğiten... Biz o konuda biraz zahmete girmiyoruz; benim dönemimde de böyleydi, bugün de böyle. Bugün varlıklara rağmen hâlâ planlama yanlışlığımız var. İspanya’nın programları var, İngiltere’ye baktığınız zaman holiganizmi ortadan kaldırmak için yaptıkları var. Biz bunları yapmalıyız. Yaşadıklarımızdan dersler alarak yapmalıyız. Şu anda en çok beklentim o.
Birinci beklentim, Şampiyonlar Ligi’nde iki defa kaybettiğim gruptan çıkmayı kendi adıma ve takımım adına başarmaktan dolayı mutluyum. Ama daha üstlere çıkmak isterim. Ömrüm yetse de isterim ama biraz zor olacak gibi görünüyor, uzun vadeli bir başarı. Ama olması gereken bu. Sadece gruptan çıkmak aslında bir Alman takımı, bir İspanyol takımı için başarısızlık olarak gözükebilir ama Türkiye için maalesef böyle. Doğru olmamasına rağmen bugün için buna ihtiyaç var. Ama bunun olabilmesi için de yatırıma ihtiyaç var. O yüzden diyorum ki, dünyada futbol ülkesi olarak üçüncü olabilmek için uğraşmalıyız. Gençlerimize tesisler, eğitim imkânları vermeliyiz. Futbolun bu kadar ilgi gördüğü bir ülkede daha fazla yatırım yapmamız gerekir. Ben onu bazen dillendiriyorum çünkü kendi başımdan geçen hadiselere baktığım zaman epey dersler aldığımı düşünüyorum.
Yılmaz: Dünya Kupası’ndan sonra Güney Kore’de de çalıştınız. Türk teknik direktörler yurt dışında pek çalışmıyorlar, siz ise bambaşka bir coğrafyaya gittiniz. Bu kararın arkasında ne vardı?
Güneş: Bazen ilkler, tesadüfler oluyor. Ama dedim ya, insanın doğasında, içinde olmazsa hiçbir şey karşısına çıkmaz. Hissettikleriniz, başınızdan geçenler sizi oraya getiriyor. Dünya Kupası’na ilk gittiğimizde Ulsan’da kampa girdik. İlk kampımızda bütün medyayla basın toplantısı yaptık. 50, 60, 100, kaç kişiyse... O gün öyle bir şey içime doğdu ve dedim ki, “Kore medyasıyla da ayrıca basın toplantısı yapmak istiyorum.” 15-20 kişilik bir gruptu, onlarla da basın toplantısı yaptım. Tesadüf veya başarı oldu diyelim, Japonya’ya gittik, yarı finalde Brezilya’ya kaybettik, tekrar Kore’ye gelmek durumunda kaldık. Bu sefer Daegu’daydık. Son maçı oynarken onlarla bir daha basın toplantısı yaptım. Ve oradan da üçüncü olarak ayrıldık.
Sonra Türkiye’ye geldim, kader bizi yazmış. Türkiye - Çin maçını oynadığımız Seul şehrinin takımı beni istedi. Aynı soyunma odasında üç sene çalıştım. Kader yazıyor. Yeter ki siz isteyin, kader sizi bir yere getiriyor. Çok da mutlu, keyifli oldu. Bunun da tarihi bir hikâyesi var benim için, o yüzden. Çin maçı, gruptaki son maçtı. Kaybetsek veya berabere kalsak eleniyorduk. Brezilya’nın da Kosta Rika’yı yenmesi gerekiyordu, yendi. O soyunma odasındaki mutluluğu tekrar Seul’de yaşadım. Ama Seul’deki mutluluğum, aynı zamanda Uzakdoğu’daki insanların bana kucak açması oldu.
Yılmaz: Hem futbol anlamında, hem de kültür anlamında farklı bir ülke. Güney Kore tecrübesi size ne kattı?
Güneş: Çok şey kattı, bir defa huzur kattı. Huzurlu, temiz, saygılı bir ülke. En önemli şeylerden bir tanesi, sabır çok önemli. Bunu görebiliyorsunuz. Bizim ülkemizde biraz sabırsızlık var. Örneğin, bir seyahattesiniz, uçağa bineceksiniz, uçak saatinde bir gecikme oldu. Bizde herkes ayağa kalkar, gişelere gider, “Ne oldu?” diye panik yaparken ortalık karışır. Orada hiç öyle bir şey görmedim. Herkes oturur, bekler, ondan sonra sırası gelince gerekli açıklama yapılır, giderler. Düzene uygun yaşarlar. Ve çalışırlar, çok çalışıyorlar. Çalışmanın ve sabrın orada daha fazla olduğunu düşünüyorum.
Bana da çok şey kattığını düşünüyorum. Ben biraz tez canlıyım. Hâlâ da öyleyim, ama Kore’ye gidişimde kendimi daha dingin hale düşürdüğümü, daha sabırlı, hoşgörülü olduğumu düşünüyorum. Son ana kadar sinirlenmeyi ikinci plana bırakıyorum. Bir de orada sevdiler beni. Sadece futbol adamı olarak değil, düşüncelerimle, davranışlarımla da sevdiler. Bir de Türkiye - Kore ilişkileri çok iyiydi. Geçmişte de tabii Kore Savaşı sebebiyle Türk askeri orada bulunmuştu, ama birkaç nesil geçtikten sonra unutulmuştu. Benim orada öyle bir diyalogum oldu. Spor sayesinde Türkiye ile Kore'nin ilişkilerine katkı yaptığımı düşünüyorum. O sevgiyi, saygıyı gördüğüm için de çok mutluyum. Ama en önemli şey, diliniz ne olursa olsun tebessümünüzü koruduğunuz ve niyetiniz iyi olduğu müddetçe dostluklar, arkadaşlıklar mükemmel oluyor.
Yılmaz: 2011’e gelelim. Trabzonspor’un ilk Şampiyonlar Ligi tecrübesinde de siz vardınız. Son şampiyon Inter’i yenmiştiniz. O maçtan hatırladıklarınız neler?
Güneş: Trabzonspor’la Şampiyonlar Ligi’nde oynadığımız o dönemde iyi maçlarımız oldu. Inter’i Giuseppe Meazza'da yendik, tabii o galibiyet hem bizim hem de Inter için sürpriz oldu. İyi başlamıştık. Daha sonra Lille’le beraberliğimiz var. CSKA Moskova maçları bizim için kayıp oldu; üçüncü ve dördüncü maçlardı. Orada kaybettik, kendi sahamızda berabere kaldık. Arkasından bir beraberlikle Lille ile yapacağımız son maça gittik. Kim yenerse o takım gruptan çıkacaktı. Beraberlik de bize şöyle yetiyordu, Inter sahasında berabere bile kalsa biz çıkıyorduk. Ama maalesef 1-0 galipken son 10 dakikada Inter kendi sahasında 2-1 kaybetti ve CSKA Moskova gruptan çıktı. O dönem o maça üzülmüştüm.
Ama yine de iyi çıkışlar yaptık. Benim kendi felsefemde var, bunu oyunculara da söylüyorum: Ne olursa olsun bu işi yapıyorsanız, bu işi en iyi yapan gibi yapmaya çalışmalısınız. Şampiyon olmak istiyorsanız, şampiyon gibi yaşamalısınız. Davranışınız da, konuşmanız da, çalışmanız da, oynayışınız da öyle olmalı. Çıktığınız rakip güçlü olabilir, onlara kendi gücünüzü gösterin. Sadece onlara teslim olarak oynamayın.
Bugün Barcelona, Real Madrid, Manchester United gibi dünya çapında bir sürü takım var. Hem kulüp yapıları, hem takım kadroları, hem de ekonomileriyle güçlü olabilirler. Siz bu gücünüzle ne yapabilirsiniz? Eğer bu işi yapıyorsanız, en iyi yerlere çıkıp, dünya çapında oyuncu olmak için çalışmalısınız. Gücünüz yoksa yerinizi tayin edersiniz. Ama başta teslim olmayın. Kaybetseniz bile oyununuzla, değerinizle kaybedin. Başkalarının yolundan değil, kendi yolunuzdan gidin. Beşiktaş'ta bunu yapmaya çalışıyoruz. Oldukça mesafe aldık, ama bazen sizin yaptıklarınız yetmeyebiliyor, yeni destekler gerekebiliyor. Bu destek ekonomik açıdan olabilir, vizyonla ilgili olabilir veya taraftar desteği, yönetimin bakışı, bunların da olması gerekiyor. Çünkü söylediğim gibi, hep biz başarılı olursak Almanya’ya, İngiltere’ye veya İspanya’ya haksızlık olur. (gülüyor) Çünkü onlar bir sürü yatırımlar yapıyor, biz hiç veya az yatırımla onları geçersek, bu işin doğasına hakaret olur.
Yılmaz: Şampiyon gibi oynamaktan bahsettiniz. Beşiktaş, geçen yıl da çok iyi performanslar göstermişti ama son maçta gruptan çıkamamıştı. Bu yıl, işi son maça bile bırakmadı. Bu yıl Beşiktaş, geçen yıla göre neyi doğru yaptı?
Güneş: Şimdi aslında oyun olarak aynı şeyi düşünüyoruz. Bu bir oyun. Keyif alınan bir oyun. Sadece oynayan için değil, izleyen için de. Bir sinemaya gittiğiniz zaman keyif almalısınız. Sıkıcı bir filmi seyrettiğinizde zamanınız boşa geçmiş demektir. Sinirleriniz de bozulabilir. Maça giden, ekonomik olarak masraf eden bir taraftar, aynı zamanda herkesin bir araya geldiği, keyif alacağı, eğleneceği bir oyunu görmek istiyor. Siz onu sıkıcı hale getiremezsiniz. Yana pas, sonra tekrar geriye, pozisyon yok... Bu bir sıkıcılıktır. Ve hem yaptığınız mesleğe hem de gelen taraftarlara hakarettir. Onun için önce siz keyif almalısınız, izleyenlere oyunu keyifli hale getirmelisiniz. Böyle yaparsanız, maç bittiğinde kazanmışsanız zaten mutlu olacaksınız ama kaybetseniz bile en kötü ihtimalle işinizi yapmış olacaksınız. Biz işimizi iyi yapmak durumundayız ve bunu keyif alarak yapmalıyız.
Üç senedir bunu yapmaya çalışıyoruz. Geçtiğimiz iki senede tecrübemiz daha azdı, bu sene daha iyiyiz. Ama bunun lige yansımasında kayıplarımız oldu, çünkü maç planlamasında, hem Milli Takım'a giden oyuncularımızın geç gelişi sebebiyle hem de Şampiyonlar Ligi öncesi ve sonrası, formumuzda zaman zaman dalgalanmalar geçirdik, ligde de puan kayıpları yaşadık. Ama dediğiniz gibi Şampiyonlar Ligi’nde geçen seneye göre daha güvenli ve iyi oynadık. Geçen sene de son anda kaybettik. Dinamo Kiev maçını kazansak gruptan çıkıyorduk. Dinamo Kiev’in iddiası yoktu, ama bizi yendiler. Böyle bir sürprizi Trabzonspor'un başındayken Inter, CSKA Moskova, Lille grubunda da geçirmiştim. Geçen sene de aynısı oldu, artık üçüncüsüne tahammülümüz yoktu (gülüyor), onun için Allah da yardım etti, biz de çok çalıştık. Başardık.
Yılmaz: Bu sezon grup maçlarında önemli performanslar gösterdiniz. Sizce en iyi performans hangi maçtaydı?
Güneş: İlk maçımız olan deplasmandaki Porto maçı önemliydi, ama buradaki Porto maçında da hem akıl hem de oyun yönünden çok farklıydık. Güzel maçlar oldu, bir defa hiçbir maçta ezilmedik. Bir tek son maça gittiğimizde yeni arkadaşları oynattık, o maçta ezildik, onu söyleyeyim. Son Leipzig maçında, Leipzig bizi bayağı ezdi. Kaybedebilirdik, biz de pozisyon bulduk ama onlar daha fazla pozisyona girdi. Onun dışındaki maçların hiçbirinde kaybetmeyi hak etmedik. Oradaki ilk Porto maçı başlangıç olarak önemliydi, ama oyun olarak derseniz buradaki Leipzig ve Porto maçlarını sayabilirim. Özellikle Porto maçının belli bölümlerinde tamamen oyunu domine ettik, rakibi baskı altına aldık, pozisyon ürettik, ama golleri bulamadık, berabere kaldık.
Yılmaz: Genelde Türk takımları Avrupa maçlarında bir gol yediğinde demoralize olurlar ve dağılırlar. Hatta Beşiktaş’ın da böyle maçları olmuştu. Ama bu yıl gruplarda geri düştüğünüz üç maçtan puan çıkarmayı başardınız. Bunun sırrı neydi?
Güneş: Ligde de zaman zaman bize bu eleştiriler yapılıyor, “Beşiktaş geriye düştüğü hiçbir maçı çeviremedi” diye, [Antalyaspor maçında] onu da yaptık. Eleştiriden dersler çıkarıyoruz, madem insanlar öyle istiyor, biz de öyle yapalım diyoruz (gülüyor). Artık özgüveni ve tecrübesi olan bir oyuncu grubumuz var. Elimizde dünya yıldızı diyebileceğimiz, tecrübeli oyuncular bulunuyor. Duruşlarıyla, liderlikleriyle bize çok büyük katkı veriyorlar. Oyuncunun çalışarak, oynayarak tecrübe kazanması elbette önemli, ama bu tecrübeyi zaten kazanmış oyuncunun liderliği ve davranışları takıma yansırsa, o zaman oyuncuların özgüveni daha da artar. Onların arasına giren eksikleri, acemilikleri ve davranış bozuklukları olan bir oyuncu bile düzelmek durumunda kalır. Biz de öyle bir kadro içindeyiz. Yönetimimiz de tabii burada önemli, çünkü bize bu konuda her türlü desteği veriyorlar.
Yılmaz: Şimdi önünüzde Bayern Münih eşleşmesi var. Zor bir rakip ama grubunu da lider bitirmiş bir Beşiktaş var.
Güneş: Aynı kulvarda ve yarıştayız, dolayısıyla rakibimiz oldular. Bu bizim için çok büyük bir şans ve değer. Öncelikle saygı duymak lazım. Büyük ve köklü bir kulüp. Aynı zamanda doğru yönetilen bir kulüp. 15 - 20 sene önce tesislerine gittiğimde, teknik direktörleri Ottmar Hitzfeld'di. Prensipleri, altyapısı, yukarısı oturmuş bir düzeni vardı. Bunun dışında arayışları da var: Hem altyapıları hem de yaptıkları transferler anlamında... Her sene Almanya’dan veya başka bir ülkeden en iyi oyuncuyu alabiliyorlar, ekonomisi ona göre yönetiliyor, çok kıymetli eski futbolcularının takımı yönettiğini ama bunu, kulübün ilkelerinden vazgeçmeden yaptığını görüyoruz.
Dolayısıyla böylesine oturmuş bir düzen içerisinde, Şampiyonlar Ligi’nde şampiyonluğa aday bir takımla oynayacağız: Hem ekonomik hem idari yapısı hem de teknik ve oyuncu kadrosuyla birlikte... Ha, biz ne yapabiliriz? Kâğıt üzerinde favori onlar. Bunu biliyoruz. Ama biz, kendi adımıza oyunumuzu oynayacağız. Oyunumuzun Bayern Münih karşısında ne seviyede olduğunu göreceğiz. Ne kadar gerideyiz, ne kadar daha çok çalışmamız gerekir, bunu gösteren bir test maçı olacaktır. Oynadığımız oyunla rakibe zorluk çıkarmak istiyoruz. Tabii turu geçmek büyük başarı olur, ama kaybetmek dünyanın sonu olmaz. Biz onları yenersek, Bayern Münih’ten daha iyi takım olduğumuz için değil, o gün daha iyi oynadığımız için yeneceğiz. Dolayısıyla o güne iyi hazırlanmak durumundayız, bunu yapmaya çalışacağız.
Yılmaz: Bayern Münih’in pek çok yıldız oyuncusu var, Lewandowski, Robben ve daha pek çoğu. Beşiktaş bu yıldızları nasıl durduracak, sahada nasıl bir kontra planınız olacak?
Güneş: Thomas Müller’i, Robert Lewandowski’si, yeni oyuncuları, eskileri, Manuel Neuer olmasa bile diğer kalecisi, sağ beki, sol beki, stoperi: Hiçbirini ayıramazsın, hepsi dünya çapında oyuncular... Dolayısıyla bir oyuncu üzerinden değil, takım üzerinden bakmak lazım. İki takım arasındaki güç dengelerini zorlayacağız. Her oyuncumuz kendi gücünü görecek. O zorluklara göğüs gereceğiz. Oyuncu oyuncu bakıp tedbir almaya kalkarsam Robben’e de, Ribery’ye de, Coman’a da önlem almam gerekir. Hangisine önlem alacağım?
Hepsi de değişebilir, kimin oynayacağını da bilmiyoruz. Öyle bir kadroları var. Bizim de iyi oyuncularımız var. Bizim iyi oyuncularımız, kendi iyi oyunlarını oynasın. Benim beklediğim şey bu. Onlardan olağandışı bir şey beklemiyorum. Var olan oyunlarını, yeteneklerini, karakterlerini, olağanüstü bir gayretle sahaya götürsünler.
Yılmaz: Beşiktaş, bu seriye Cenk Tosun’dan yoksun çıkacak. Bu bir dezavantaj mı, yoksa diğer oyunculara kendilerini gösterebilecekleri bir platform olarak ekstra bir motivasyon mu?
Güneş: İki türlü bakılabilir ama eğer siz iddialıysanız, iyi oyuncularınızı bırakmazsınız. Fakat ekonomik sıkıntılarınız varsa ona göre kararlar verebilirsiniz. Buna da saygı duymak lazım. Bayern Münih şu anki çok iyi bir oyuncusunu, çok kârlı bir fiyatla satabilir, ama bunu yapmıyorum, aksine yeni oyuncu alıyor, hem de elinde oyuncu olmasına rağmen. Paralarını boşa harcamak için yapmıyorlar ki, başarı için yapıyorlar.
Biz de eğer bu kulvarda olacaksak, Şampiyonlar Ligi’nde daha üstleri zorluyorsak, daha büyük yatırım yapmamız gerekiyor. Onu da yapacak durumda değiliz. Dolayısıyla bizim için bu aşamada gruptan çıkmak, turu geçebilmeye uğraşmak önemli. Ama ileriki dönemlerde kulübün borçlarını düzelttiğiniz zaman Şampiyonlar Ligi’nde yarı finaller, finaller, şampiyonluklar isteyebilirsiniz. Aksi halde, biz şampiyon olsak bile onların gerisindeyiz.
Yılmaz: Sizin hep vurgu yaptığınız şey, “oynamaya çalışmak.” Beşiktaş da bu sezon her Şampiyonlar Ligi maçında gol attı. Diğer yandan altı maçta kalesinde sadece beş gol gördü. Bir dengeden mi bahsetmek gerekiyor, yoksa bu sezon savunmaya da özel olarak verilen bir önem mi vardı?
Güneş: İlk geldiğimde Beşiktaş’ın hücum varyasyonu bakımından sıkıntısı vardı. Hücum etmeden savunma yapma, hatta gol attıktan sonra geriye çekilme anlayışı vardı. Bunu yıkmak durumundaydık. Çünkü şampiyonluğa oynuyorsanız, büyük takımsanız, rakip sahada oynamanız, gole gitmeniz gerekiyor. Zaman zaman tabii ki savunma yapacaksınız. Ama siz oynamak istemezseniz rakip size üstünlük sağlar, sonunda da öyle veya böyle gol atar. Onun için bunu yıkmaya çalıştık, başardık da.
Daha sonra da savunmada gelişmeye çalıştık, ki çok da değişiklik yaptık, özellikle stoperlerimizde. Baktığınız zaman bugünkü kadronun, ilk seneki kadroyla alakası yok. Geçen gün bir maça baktım, Osmanlıspor veya Sivasspor maçıydı galiba, bir tek Atiba Hutchinson aynı: Kaleci Fabri, sağ bek, sol bek, stoperler, forvetler, orta saha, hep değişmiş. Bu kadar değişiklik, şampiyon takım için doğru değil. Ama şartlar bunu gerektirdi. İlk senemizde şampiyon olurken ilk yarıyı başka, ikinci yarıyı başka iki stoperle oynadık. Bu sene de değişti, her sene değiştiriyoruz devamlı (gülüyor). Hem değişiklik yapıp hem sonuçları almak kolay değil. Biraz şans yardım ediyor, biraz çalışmak, biraz da yönetimin becerisi herhalde.
Yılmaz: Teknik direktörlük anlayışınızı nasıl değerlendiriyorsunuz? Taktiksel anlamda büyük resme mi bakarsınız, yoksa oyunculara mı odaklanırsınız?
Güneş: Oyuncular da önemli ama Beşiktaş büyük bir camia. Ben de oyuncular da görev adamıyız, katkı yapar gideriz. Başkan ve yönetim beni yönetiyor, beni buraya bir göreve getiriyor. Ben de oyuncuyu yönetiyorum. Oyuncudan bir takım bütünlüğü içerisinde oynamasını isterim. Oyun anlayışımıza uygun oyuncular olmalı – ama aldığımız oyunculara uygun oyun tarzını da yerleştirmeye çalışırım. “Ben bu kalıbı koydum, oyuncular buna uysun” demek her zaman geçerli olmayabilir, elinizdeki mevcut oyuncular buna uygun değilse sizin oyuncuyu ona göre hazırlamanız gerekiyor. Biraz zahmetli iş ama zorlamak durumundayız. Bizim elimizdeki oyuncuların karakteriyle, yeteneğiyle oynadığımız oyunun bize uygun olduğunu düşünüyoruz. Değişikliklerine, zorluklarına rağmen, ki bu değişiklikler biraz sık oldu. Biraz zaman gerekir bu değişikliklerde, ama tecrübeli oyuncu oldukları için uyumları daha kolay oldu.
Yılmaz: Sizin artık ününüz haline gelen bir durum var: Oyuncudan maksimum verim alıyorsunuz. Oğuzhan, Cenk gibi genç oyuncuları da parlattınız, mesela Mario Gomez gibi kariyeri düşüşteki oyuncuları da yeniden kazandınız.
Güneş: Ün, makam, para, bunlar gelip geçiyor. Bir kişilik, bir çizgi tutturabilmek önemli. Bütün bunları da aslında ben yapmıyorum, oyuncu yapıyor. Oyunculara biz yardımcı oluyoruz. Eldeki oyuncular tabii ki önemli, ben de önemliyim, ama benim için yönetim de önemli, yönetim bana bu çalışma imkanını verirse, ben de oyunculara özgürlük verirsem, o zaman onlar da yaratıcılığını kullanır. Ama başkandan ve yönetimden bana bir kısıtlama gelirse, ben de rahatsız ve tedirgin olursam, bu oyunculara da yansır. Oyuncu da orada oynarken rahatsız olur. Onun için saha içerisinde futbolcular özgür olmalı, rahat olmalı. Ama nerede birleşmemiz lazım? İlkelerde, prensiplerde birleşmemiz lazım. Bir defa “güzel oyun” oynayacaksın. Hepiniz güzel oynarsanız, ben size hiç karışmam, oturur seyrederim (gülüyor). Benim müdahale ettiğim yer, eksik olan, yanlış yerlerdir. Bizde fazla müdahale ediliyor, çok karışılıyor, bana göre orada hata yapılıyor. Hatta oyuncuların yaratıcılığının da engellendiğini düşünüyorum.
Yılmaz: Gerektiğinde oyunculara serbestlik tanınmasından yanasınız.
Güneş: Serbestlik lafı biraz kötü kullanılıyor; sanki taviz veren, disiplinsiz davranan gibi değil. Bu, oyuncu. Saha içerisinde üç tane hareket var, üçünden birini yapacak. Netice aldığı zaman “Bravo,” almadığı zaman “Niye ötekini yapmadın?” denen bir oyun. Çünkü iki artı iki eşit dört değildir futbolda. Bazen beştir, üçtür. Çaprazdan bir vurur adam, gol attı mı, mükemmel hareket. Aynı yerden yine vurur, gol olmaz, “Niye pas vermedin” diyebilirsin. Herkesin konuşabildiği, herkesin söz söyleyebildiği bir oyundur bu. O yüzden eleştirilere saygı duyuyorum. Bir çocuğun da, bir uzmanın da yaptığı eleştiri benim için değerlidir. Sadece bizim yaptığımız işe, bizim yerimize kendisini koymasın kimse. Bize yol göstersinler, yeter.