Ajans Beşiktaş - FourFourTwo ekibi, 71 yaşındaki Süleyman Seba’nın 5.000 kilometrelik yol hikayesini, yolculukta yanında olan Erol Kaynar, onların peşine düşüp Münih’e kadar gelen Ömer Güvenç ve Ümit Kül’den dinledi…
Beşiktaş, Eylül 1997’de ön elemelerde Slovenya’nın Maribor takımıyla karşılaşmış, ilk maçta golsüz berabere kaldığı rakibini deplasmanda 3-1 yenerek tarihinde ilk kez Şampiyonlar Ligi’ne katılmaya hak kazanmıştı. İlk maç deplasmanda oynanacak, rakip Bayern Münih olacaktı. Karşılaşmanın detayları belli olur olmaz kulüp yöneticileri bir eksikle uçak biletlerini almış, tüm hazırlıklarını yapmıştı; başkan, Münih’e gitmeyecekti.
Kaynar o günü “Hepimiz bir olsak da kestirip attı. ‘İlaç alırsın’ dedik, ‘2 saat uyursun’ dedik ama dinletemedik” diye anlatıyor. “Ben de en son ‘Hayır!’ diye bağırmasından sonra susmuş, başıma geleceklerden habersiz yanında oturuyordum. Yöneticilerden biri ‘Başkanım, Beckenbauer sizi özel olarak davet etmiş, sizin için bir yemek verecekmiş. Ona ne diyeceğiz?’ diye sorduğunda işler değişti. Bana şöyle bir bakıp ‘Gider miyiz?’ dedi. ‘Gideriz abi’ dedim. Ne bileyim! Meğer arabayla gitmekten bahsediyormuş. Olan olmuştu artık, ona ‘Hayır’ diyemezdim.”
Seba gibi kendini ön plana çıkarmaktan hazzetmeyen bir başkanın peşindeki iki gazetecinin yola çıkışı da ani olmuş. “Benimki tamamen tesadüf oldu” diyor Güvenç. “Süleyman abinin uçağa binmeyeceğinden emin olduğum için gitmez diye düşünüyordum. Erol abiyi arayıp kaç uçağıyla gideceğini sordum. O da ‘Ne uçağı Allah aşkına!’ dedi. Ağzından kaçırdı, yoksa hayatta söylemez! ‘Aman haa, gelmeye kalkma!’ deyince ben de ‘Ne işim var ya! O yol arabayla çekilir mi!’ dedim. Oysa o sıra Televole’yi yapıyoruz. Bu iş de tam Televole’lik! Hemen Şansal Büyüka’yı aradım. ‘Hazırlıklarını yap, gidiyorsun’ dedi.”
Hazırlananlardan biri de Ümit Kül. “Normalde başka bir kameraman gidecekti. Onun bir işi çıkmış, beni aradılar. Vizemin olmadığını söyledim ama ‘Sırbistan’a kadar gider, oradan dönersin’ dediler” diyor.
Bu arada Kaynar kendisine bir yardımcı aramaktadır. “Süleyman abiye ‘Gideriz’ dediğim günün gecesinde sabaha kadar uyuyamadım. Onu vazgeçirmeleri için araya başkalarını soktum ama dinlemedi. ‘Bir şoför bulalım’ dedim, karşı çıktı. Sonra aklıma Avusturya’da yaşayan bir tanıdığım geldi. Onu araba kullanırken bana yardım etmesi için İstanbul’a çağırdım. Süleyman abiyle yiyeceğimiz bir yemeğe onu da götürüp, ‘Abi senin köyündenmiş’ dedim. Neyse ki uzaktan da olsa akraba çıktılar. Ben de ortamın sıcaklığından faydalanıp ‘Avusturya’ya gidecekmiş, bizimle gelse ya. Arabayı kullanmama da yardım eder’ diye bir şekilde kabul ettirdim. Yoksa o kadar uzun süre arabayı tek başıma nasıl kullanayım?”
Ancak Kaynar bir sorunu hallettiğini düşünürken karşısına yenisi çıkar. “Hasan’la yemekten ayrıldıktan sonra hazırlık yapmak için bir alışveriş merkezine gittik. Bir çıktık ki bizim arabanın arka farını kırmışlar. O saatte tamirci bulmam mümkün değil, sabah 8’de Süleyman abiyi evinden alacağız ve Avrupa’da kırık farla gezersem ne olacağını çok iyi biliyorum! Baktık olacak gibi değil, şeffaf bantlarla farı parça parça yapıştırdık.”
“Bas! Bas! Kurtul şunlardan!”
Ve ertesi sabah, büyük gün! Kaynar, Seba’yı almak için geldiğinde Güvenç’in sürpriziyle karşılaşır. “Kaçta yola çıkacaklarını bilmediğimiz için sabahın köründe evinin önüne gidip beklemeye başladık. Arabamı yeni almışım, ilk defa otomatik vites kullanacağım, Erol abinin son model ciple gideceğini ve Süleyman abinin bizi kabul etmeyeceğini biliyorum. Şehir içinde bile araba takip etmek zor. Biz uluslararası yol gideceğiz, hem de istenmeyen birisi olarak! Neyse ki bizi görünce sadece yolcu edeceğimizi düşünüp bir şey demedi.” Kaynar onunla aynı fikirde değil. “Ona öyle geliyor! ‘Kim haber verdi bunlara? Nereden duydular?’ diye köpürdü!”
Seba’nın takip edildiklerini anlaması epey zaman alır çünkü arkadaki araba onlara görünmemeye çalışmaktadır. Ne var ki Bulgaristan sınırına yaklaştıklarında Seba onların farkına varır. “Arkamızdan geldiklerini görünce gerçekten çok sinirlendi. Bana ‘Bas! Bas! Kurtul şunlardan!’ diye bağırmaya başladı. Ben de gaza bastım!”
Güvenç de o anı hatırlayınca heyecanlanıyor. “Bizi fark edince Erol abinin başını yiyeceğini, bizi atlatmak isteyeceğini tahmin ettim, ben de basmaya başladım.” Kameramanı da onu doğruluyor. “Bassan ne olacak! Onların altında son model cip var, bizde sıradan bir araba. Bir de o yollardan defalarca gitmişler, biz tabelalardan bir şey anlamıyoruz! Sonunda kaybolduk zaten.”
“Bir taraftan gaza basmak zorundaydım ama gözden kaybolduklarında da kaza yaptılar diye evhamlanıyordum” diye anlatmaya başlıyor Kaynar. “Benzin almak için durduğumuzda Süleyman abiye ‘Bizi yakalamaya çalışırken ölecekler. Artık dönecek halleri yok. Bırakalım kaçmayı’ dedim. Biraz yumuşadı, o sırada bizi buldular da rahatladım.”
Güvenç’in sevinciyse fazla uzun sürmemiş. “Biz de benzin alalım diye durduk, Süleyman abi bir şey demedi. Aldığımız yakıtın parasını vermek için gittiğimde ‘Küüt!’ diye bir ses duydum. Ümit, sen al arabayı, otomatik vites diye becereme, git öndeki arabaya vur! Neyse ki iki arabada da çok hasar yoktu.”
Sonunda Bulgaristan sınırına ulaşırlar. Öndeki arabadan inen Seba, elindeki pasaportu sallayarak “Ben gidiyorum efendi, seni görelim!” diye eğlenir. Memurluğundan dolayı sahip olduğu diplomatik pasaporta güveniyordur. Ancak işler umduğu gibi gitmez. Polis, pasaportunu alıp “Vize?” diye sorar.
Kaynar açıklıyor: “Ben normal pasaportum var diye vizelerimi aldım ama kulüp müdürümüz, Süleyman abiye ‘Size vize sormazlar’ demiş. Kaldık mı öyle! Adamlar almıyor. ‘Kendisi Beşiktaş kulübünün başkanıdır, yardımcı olamaz mısınız?’ Maça yetişmemiz gerekiyor’ dedim. Bizi konsolosluğa gönderdiler ama akşam olmuş. Hafta sonu, kapı duvar!” Geceyi Bulgaristan’da geçirmek zorunda kalırlar.
Bulgaristan o dönem bağımsızlığını ilan edeli yedi yıl olmuş, iç karışıklık devam etmekte… Arabaların başına bir iş gelmemesi için pahalı otellerden birine gidip sabahı beklerler. Ertesi gün erkenden konsolos bulunur ve vize işi halledilir.
“Süleyman abi tutturdu soğan da getirsinler! Bir de cücüklü soğan!”
“Sabahın köründe yola düştük, acıktık ama başkan durmadan biz de duramıyoruz. Gittiğimiz yolu da sürekli Türk TIR şoförleri kullandığı için her yerde ‘Kuru fasulye-pilav’ tabelaları var. Neyse ki sonunda durdular” diye anlatıyor Kül. Kaynar devam ediyor: “Kuru fasulye-pilavı anladılar ama Süleyman abi tutturdu soğan da getirsinler! Bir de cücüklü soğan! Kırıp yiyecekmiş! Adamlar Yugoslavcadan başka bir şey bilmiyor, gel de bunu anlat! Garsona Almanca, Türkçe, İngilizce söylüyoruz ama katiyen anlamıyor. Süleyman abi devreye girdi.” Gerisini Güvenç anlatıyor: “Masaya döndüğümüzde ‘Soğanlar nerede?’ dedi. ‘Anlamıyorlar’ dedik. ‘Çağırın, ben anlatırım’ dedi, garsonlardan birini çağırdık. Eliyle masaya soğan koyuyormuş gibi yaptı, üstüne vurdu, içinden cücüğü aldı, ağzına attı, ağzı yanmış gibi yaptı… Adam anladı biliyor musun? Soğanı getirdi, yedik.”
Yemekten sonra küçük molalarla Avusturya sınırına ulaşırlar. O sınırda da bir vize krizi yaşanır ama bu sefer başrolde Seba değil, kameraman Ümit Kül var. “Herkes geçti, ben kaldım. Hasan abi sağ olsun, orada yaşadığı için görevlilere durumumuzu anlatıp bir haftalık vize aldı. O sırada Süleyman abi de yanımızda duruyordu. İşimizi hallettik, tam ayrılacakken arabanın bagajından iki çanta çıkarıp adamlara verdi. Çantaları yanımızda açtılar, içinden Beşiktaş flamaları, bayrakları, atkıları çıktı. İzni Beşiktaş’ın maçına gittiğimiz için alabildik, o da bunun altında kalmadı.”
Güvenç’in de buna ekleyecekleri var: “Kaza yaptığımız benzin istasyonunda kendime bir şeyler almak için kasaya gittiğimde elimi tuttu, hiçbir şey almadığı halde parayı o ödedi. Bir de cebinden para çıkarması var; ortalık yerde para göstermemek için iki büklüm!”
“Yol boyunca klimadan rahatsız olmuş ama söylememiş”
Bu şekilde peş peşe Avusturya’ya kadar giderler. Tek kişilik destek kuvvet Hasan Özkan onları yaşadığı şehir olan Graz’da, orman içinde bir restorana götürür. “Kahraman” burayı çok sevdiği için bu kez acele etmez ama bunun başka bir sebebi daha vardır. “Eylül ayı olmasına rağmen hava çok sıcaktı. Biz de araba kullanırken klimayı hiç kapatmadık. Süleyman abinin de bir huyu var, asla arkada oturmaz. Yol boyunca klimadan rahatsız olmuş ama söylememiş. Burnunu silip öksürmeye başlayınca fark ettim. O kadar üzüldüm ki anlatamam” diyor Kaynar. “Çünkü bencillik yapacak bir insan değil, bunu benim düşünmem gerekirdi.”
Sonunda Münih’e vardıklarında onları kalabalık bir protokol karşılar. Türkiye’den milletvekilleri, bakanlar, kulüp yöneticileri… Franz Beckenbauer’in Süleyman Seba onuruna verdiği yemekteyse sadece yedi kişi vardır. Bir sonraki gün oynanan maçta Beşiktaş 2-0 yenilir ve Seba aynı kadroyla bu kez dönüş yoluna çıkar.
Kaynar “Dönüşte unutamadığım bir şey var” diye anlatmaya başlıyor. “Yugoslavya’dan Bulgaristan sınırına geçerken bir tane küçük baraka vardı. Yugoslavya’nın Free Shop’u! Alışveriş yapmak için durdum. Süleyman abiye de istediği bir şey olup olmadığını sordum. Cebinden küçük bir kağıt parçası çıkardı. Üzerinde bir kadın parfümü ve bir sigara adı yazıyor. ‘Şunların fiyatına bak, bana söyle ama sakın sormadan alma’ dedi. Arabadan indik, kapının önündeki kayaya oturdu, bir sigara yaktı.” Güvenç “Bize de gün doğdu, kayıt yapmaya başladık” diye araya giriyor.
“Süleyman abi emekli maaşıyla geçinen bir adam, cebindeki paranın ne kadar kıymetli olduğunu biliyorum” diyor Kaynar. “Kağıtta yazanlar da oldukça para tutuyor. İçeri girip fiyatlara bakıyormuş gibi yaptım. Yarısı kadar para söyledim. O zaman da mark geçiyor, bir de onu çevirttirdi. ‘Bana bak çok az bu, beni mi kandırıyorsun sen!’ dedi. ‘Burada vergi yok abi, ondan ucuz’ diye ikna ettim. Çıkarttı parayı verdi de aldım.”
Son sözü alan Ümit Kül, Seba’nın ‘Cuma namazı kılacağım’ diye tutturmasını hiç unutamıyormuş. “Hiç kaçırmazmış. Graz’da bir camiye gitmek için yolumuzu 4 saat uzattık. Sonra bir an önce Türkiye’ye varmak için sabırsızlandı. Yine gaza yüklenmeye başladılar. Biz de Kapıkule’den girişini çekelim diye önlerine geçtik, çekim için yerleştik. Bir baktık, başkanın arabasını durdurdular. Görevlilere ‘Ne yapıyorsunuz? Diplomatik pasaportu var, Beşiktaş başkanı’ dedim ama dinlemediler. Bagajda, arabanın içinde ne varsa dışarı çıkarıp tek tek aradılar. Ağzını açıp tek kelime etmedi. Biz söylenince de ‘Bırakın işlerini yapsınlar’ dedi.” (FourFourTwo)