Ersoy Özdem
Nereden, nereye?
Yıl 1995. Maçka Akif Tuncel Meslek Lisesi’nde Gazetecilik Bölümü’nde okuyorum. Hazırlık bitmiş, yaz tatili başlamıştı. Çoğu sınıf arkadaşım tatile giderken ben, 1 yaz sonra yapacağım stajı öne çekme gayretine girdim. Babamı çok uğraştırdım, nerede staj yapabilirim diye arayışlara başladık. Milliyet Gazetesi ile birkaç telefon görüşmesinden sonra Spor Servisi’nden çağırdılar beni. O zamana kadar Milliyet Gazetesi’nin girdiği evimizde gazeteyi elime alınca hep arkadan, spor sayfasından başlardım okumaya ama efsane bir yer olduğunu içine girince anladım. Bir Haziran sıcağında Bağcılar’daki binadan içeri girdiğimde gördüm efsaneyi… Spor Müdürü İhsan Topaloğlu; yardımcıları Cem Şengül, Gürel Yurttaş, Hasan Tankaya, Meriç Müldür; yazarlar İslam Çupi, Kahraman Bapçum, Doğan Koloğlu… Muhabirler Bilal Meşe, Kartal Yiğit, Gürcan Bilgiç, Yalçın Türk, Halil Özer, Erhan Telli. Foto muhabirler Hüseyin Kırcalı, Yusuf Noberi, Yaşar Saygı, Turgay Örme, Cemalettin Şen, Cüneyt Şengül…
Düşünebiliyor musunuz? Her gün, ne yazmışlar diye okuduğum efsaneler karşımdaydı. Benden bir şey yapmamı istiyorlardı, bana iş veriyorlardı. Ama şoku hemen atlatıp işe çabuk adapte olmaya çalıştım. Kendimi de sevdirdim ki herhalde okul başlayınca da gitmeme bir şey demediler. Asıl staj döneminin olduğu 1996 yazında da normal stajımı yaptım. Tabii okul açılınca kışın devam ettim, takip eden 1997 yazında ve kışında da gidip geldim hafta sonları. Ve geldik 1998 yazına. Lise bitti, üniversite sınavında iletişim fakültesini yazdım ama sonuçları beklerken de gidip geliyorum. Hedef belli: İletişimi kazanacağım ve okul devam ederken, lisede yaptığım gibi buraya gidip geleceğim; eğer isterlerse! İhsan Topaloğlu’nun yardımcısı Cem Şengül ile konuştum bu konuyu. “Biz senden memmunuz, yarın başla. Ama bir süre kadro açılmaz. Karar senin” dedi. Ne kadrosu? Üste para verebilirdim. Ertesi sabah işe başladım Milliyet’te. Bir yandan da sınav sonucunu bekliyorum. Kısa süre sonra sınav sonucu istemediğim gibi gelince konuyu Cem Şengül’e açtım. “Tam zamanlı çalışırsın, daha iyi” dedi. Yine dünyalar benim olmuştu. Bu sefer ne iş yapacağım konuşulmaya başlandı. Benim için çok kritik bir toplantıydı. İhsan Topaloğlu, Cem Şengül, Gürel Yurttaş, Meriç Müldür, Hasan Tankaya, Bilal Meşe bir masanın etrafında oturmuş, 18 yaşında Ersoy Özdem’in Milliyet’te ne iş yapacağını konuşuyorlardı. Gürel Ağabey söz aldı:
- İstanbulspor iyi gidiyor. Oraya bir muhabir ihtiyacı olabilir.
Bu fikre İhsan Ağabey karşı çıktı:
- Onların ne olacağı belirsiz. Bilal (Meşe) artık yazarlığa ağırlık verdi. Ersoy’la Kartal’ı destekleyelim.
Bu fikir çok hoşuma gitmişti. Evdekilerin izin verdiği günden, işe başladığım güne kadar gittiğim tribünlerin karşısında duracaktım artık; basın tribününde. İhsan Ağabey’in fikrine Cem Ağabey de “çocuğun evi Fulya’ya yakın” diye destek verince 1998 Haziran ayında Beşiktaş muhabiri oluverdim.
Kısa sürede alıştım ama zordu. Futbolcularla tanışıyorsun, onlara yakından bakıyorsun. Bu güzel ama haber yazman lazım. Haber yazmayı geçtim, haber bulman lazım. Bir gün hiç unutmam, John Benjamin Toshack zamanı. Futbolcular para alamadıkları için Kaptan Mehmet Özdilek önderliğinde antrenmana çıkmadılar. Futbolcular dağılınca gazeteye gittim ve Bilal Meşe’ye durumu anlattım. (O zamanlar cep telefonu biraz lüks, özellikle de liseyi yeni bitiren benim için) “Yaz haberi, kapak yaparız” dedi. Tabi o zamanlar Milliyet Spor, arka kapak. Hani böyle yazıldığı gibi kolay değil. Koskoca ARKA KAPAK. Oturdum yazdım. Sonra bir kağıda çıktısını alıp götürdüm Bilal Meşe’ye. 1 dakika sonra getirip kağıtları yüzüme attı. “Senin yazacağım haberin” diye. Ne yapacağımı şaşırdım. Ağlayacak gibi oldum ama imdadıma Fuat Ercan yetişti. Meğer haber kapakta olunca öyle 2-3 satırla bitirilmiyormuş. Uzun uzun yazmak gerekiyormuş. Ben de tüm detayları ekledim. Güzel, süslü cümleler bulduk, olayın nasıl başladığını, evveliyatını yazdık. Sonuçta haber yazıldı, okundu, onaylandı ve gazeteye girdi. Bugün hala evimde duran o gazeteye…
Milliyet’te yaşadığım küçük bir anıydı bu. Daha büyüklerini de yaşadım. Feyyaz Uçar Milliyet’te yazı yazarken basın tribününde yan yana oturup Valerenga maçına üzülmemiz; Feldkamp Beşiktaş’a geldiği zaman, 72 saat Swissotel’in kapısında yatıp adamın Kumkapı’ya gidişini beklemem, Süleyman Seba ile Parksa Hilton’un bodrum katındaki restoranda rakı içmem. Saymakla bitmez ama uzatmanın manası yok. Güzeldi o dönemle, gazetecilik yapılıyordu. Ama gel zaman, git zaman 2 sene sonra ayrıldım. Ne yapacağım diye düşünürken yeni açılan bir internet haber sitesinden teklif geldi. Gidip başladım ama 6 ay dayanabildim. Masa başında oturmak bana göre değildi çünkü. 2001 yılında da CNN Türk’den Faik Gürses’in teklifiyle televizyon dünyasına girdim.
İhsan Topaloğlu ile bir kez daha yolum kesişmişti. Burada da müdürdü. Ama burada bir fark vardı; Milliyet’teki gibi 1-2 Beşiktaş muhabiri yoktu. Benden önce giden Gökhan Dinç vardı ve benim hem Beşiktaş’a, hem de diğer spor dallarına bakmam isteniyordu. Kabul ettim tabi ki de. Sonuçta spor medyasının efsane olduğu zamanların sonuna yetişmiştim Milliyet’te. Artık küçülme zamanıydı. 2 senem de burada geçti. İlk canlı telefon bağlantısı istedikleri zaman beceremedim. Sonuçta yıllarca haber yazmıştım ve işe başladığım birinci haftada telefon bağlantısı nasıl yapılır, ne anlatılır, haber yazar gibi mi olur bilmiyordum. Zaten ayrılana kadar da yapmadım. Beşiktaş dışında Kırkpınar’a da gittim, Dünya Güreş Şampiyonası’na da, voleybol maçlarını da takip ettim, Ahmet Cömert Boks Şampiyonası’nı da. Bir gece ansızın gelen bir telefonla da futbolun kalbinden (!) Lig TV’den gelen teklife sevindim. Hem televizyonda devam edeceğim, hem artık saha içinde olacağım için sevindim. Yüzüncü yıl şampiyonluğunun ardından da Lig TV süreci başladı hayatımda, tam 7 yıl boyunca devam edecek bir süreç. Çok şey yaşadım, acısıyla tatlısıyla. Kavgalarım oldu, sevinçlerim de oldu. Çok insan tanıdım. Kimin adam, kimin adam olmadığını yaşadıkça anladım. Artık bu basın camiasında, spor camiasında kimin ne olduğunu ilk görüşte anlıyor ve analiz edebiliyordum. 2010 yılında tartışmalı bir süreçle ayrıldım. 1.5 yıl iş bulamayınca da anladım, spor basını bitiyordu. Ajanslar çoğalmış, internet güçlenmiş; yazılı ve görsel medya bitme noktasına gelmişti. Derken bir spor gazetesi açılacağı haberi geldi. İsmi belli değildi ama Sözcü’nün bir spor gazetesi olacağı belliydi. Aradı gazetenin spor müdürü Gökmen Özdemir. Benimle çalışmak istediğini söyledi. Gittim, konuştum ve süreç başladı. Gazetenin isminin Açık Mert Korkusuz (AMK) olacağını ise çalışmaya başladıktan yaklaşık 1 ay sonra öğrendim ama çalışırken hiç gocunmadım. Önemli olan sevdiğim işi yapmak ve ekmek parası kazanmaktı. Gel zaman git zaman orada da 2.5 yıl geçirdim. Ama patronla sürekli bir soğuk savaş halindeydik. Halindeydik diyorum çünkü Beşiktaş muhabirini deplasmanlara göndermek istemeyen patrona karşı ben ve başta Gökmen Özdemir olmak üzere bir çok kişi direniyordu. Ama sonuçta kazanan patron olduğu için Beşiktaş deplasmanlarını görmeden Beşiktaş muhabirliğine devam ettim. 2015 Aralık ayında da Beşiktaş muhabiri istemedikleri için (bu benim görüşüm, kendileri küçülme (!) diyor) gazeteden ayrıldım. 1995 yılında stajyer olarak girdiğim basın sektöründe 20 yıl boyunca 4 kuruluşta çalışıp işimin hakkını vermiştim. Sonra yeni iş arayışlarına girdim ama artık medyanın, özellikle de spor medyasının bitme noktasına geldiğini gördüm.
Sonra da bu yazıyı yazmama neden olacak kısma geldik. Artık yazılı medya bitmişti, görsel medya da bitmişti; habercilik anlamında. Bir gerçek vardı ve kabul etmek gerekiyordu; sanal medya. Ben de kabul ettim. Ve 20 yılın emeğini, birikimini, yaşadığım ne varsa buraya aktardım. AjansBeşiktaş'a... Artık Beşiktaş’ı yazmak, Beşiktaş’ı takip etmek buradan olacaksa ona uyum sağlama kararı aldım. Ama 20 yıldır nasıl yapıyorsam yine öyle… Gazetede yazdığım şekilde, televizyonda aktardığım ciddiyetle. Umarım hem bu yazıda sürç-i lisan etmemişimdir, hem de burada bundan sonra yazılacak yazılarda sürç-i lisan etmeyiz…