Dilvin Gerçek
Beşiktaş Hariç!
Ali Rıza Sergen Yalçın… Doksanlı yılların başında hayatımıza girdiğinden beri, varlığı ayrı, yokluğu ayrı karmaşa. Sergen deyince, gözümün önüne tek bir fotoğraf geliyor ilk etapta; Kilyos’ta, rahmetli babası yanı başında, dolmuşa biniyor Sergen. Ufacık çocuk daha…
Saat sabahın 7'siymiş. Her sabah dolmuşla o saatte Beşiktaş’a idmana, öğlen de oradan gerisin geriye okuluna. Ne tecrübeye ihtiyaç duydu ne de pişmeye. A takıma çıktığı gibi, önce kulakları çekti dikkatimizi. Sonra dillere destan o sol ayağı. Tepeden tırnağa her şeyiyle, bugüne kadar gördüğüm en şahsına münhasır adam. Canlı izleyebildiğim en büyük yetenek. Işığı öyle keskin ki; artık ailesine bakmaya başladığı gibi, karşılıksız bırakılamayacak başarısı, kulüp tarafından Tempra ile ödüllendirildi. Öyle Youtube'dan kısa kısa videolarını izlemekle olacak gibi değil. Oynadığı maçların tamamında izlemeniz lâzımdı kendisini. Keyfi yerindeyse, doksan dakika bütün stat onu izlerdi. Laciverti, kırmızısı, her rengi…
Metin-Ali-Feyyaz ile büyülenmiş koskoca camianın bütün ilgisini, gelir gelmez tek başına üzerine çekmeyi çok iyi bildi. Canı isterse tabii. Bazen de hiç oynamazdı. Biz artık onu o kadar iyi tanıyorduk ki... Keyifsiz, bugün canı istemiyor derdik. Ona kimse kızamazdı. Kızsa da kızamazdı. Öyle değişik bir aura…
Üstün yeteneğinin yanında kişiliği sıradan olsaydı, belki de bu kadar yer etmezdi hayatlarımızın tam ortasında. Eskiden çok büyük bir aileydik biz. Gerçek anlamda. O hepimizin evinin, ailenin, en sevilen ama en yaramaz çocuğuydu. Yaşı büyüdükçe, fiziğini geliştirdikçe, tarih yazmaya başladı Sergen. Attığı onca golün, yaptığı binlerce asistin içinde, sıradan olanına denk gelemezsiniz. En basit görüneninde bile, yapılamaz bir bilek hareketi, başka bir sihir mutlaka vardır. Maç önlerinde, “Kazanacağız” derse kazanır, “Atacağım” derse o maç o golü muhakkak atardı. Frikik kazandığımızda eğer sahadaysa, penaltı almış sayardık kendimizi. Röportajlarını dört gözle beklerdim ben mesela. Çünkü ben küçüktüm ve o çok eğlenceliydi. Beşiktaş’ta oynadığı son yıllarda, eleştiriler ayyuka çıkmışken; “Sergen, çok kilo aldın, çok eleştiriliyorsun. Ne söylemek istersin?” diye uzatılan mikrofona; “Çekirdek yemeyi çok seviyorum. Yemeyelim mi yani?” şeklinde verdiği cevapta gizliydi kendine güveni, samimiyeti ve hayatı aslında tam da istediği gibi yaşamaya verdiği kıymet. Sonra Sergen gitti…
İstanbulspor’a, Fenerbahçe’ye, Galatasaray’a ve dahi Trabzon’a. Beşiktaş’tan ayrılırken, futbol sevdasının da yarısını yuvasında bıraktı, gitti. Alışana kadar çok üzüldük seyrederken onu başka yerlerde. Arma değişiyordu ama ne sarısı ne kırmızısı ne bordosu ne mavisi… Hiçbiri onun üzerinde, biz gibi duramadı. Hep biraz eğreti…
Sergen’in Beşiktaş’a olan aidiyeti; rakibi olduğu hiçbir maçta, istem dışı da olsa, Beşiktaş’a tek bir gol atmamasında gizliydi. Herkes onu istedi. En verimli zamanında gönderildiği ailesine o zamanlar çok kırgındı. Bu çok belliydi. Fakat kırgın olduğu yetkililerle, kişilerle, takımını hiç karıştırmadı. Onun kendi içinde Beşiktaş’ı koyduğu yere kimse zarar veremedi. Rakipken taraftara el işareti yapmış. Bunu söyleyenler oldu.
Taraftar bazen böyledir. Çok severse, çok kırılır. Kırıldı mı, hırçınlaşır. Hangi ailede yok ki? Böyle isterler bazen; sevgiden doğan sitemi ancak kötü sözle ifade ederler de sen o kötü söze tepki verdiğinde, senden kötüsü olmaz. Çünkü bu taraftar seni etten kemikten, kendi gibi sıradan biri olarak göremedi ki. Sana senin için ne kadar zorsa, bu taraftara da seni İnönü’de rakip olarak izlemek en az o kadar zordu. Yine geldin. Ki zaten aslında hiç gitmemiştin. Yine estirdin. Motivasyonla çıkıp da kaybettiğin derbi olmadı. Sen varsan, en kral maça ‘zor’ demezdik biz. Bu tarz bir lüksü yaşamayalı o kadar uzun uzun yıllar oldu ki…
Yüzüncü yıl sensin, Chealse sensin, Fenerbahçe derbileri, Galatasaray’ a atıp, attırdıkların. Bir bütünler olgusuydu o zaman Beşiktaş her şeyiyle. Ama bunların hepsinde çok büyük pay sahibiydin.
Gel zaman git zaman, aradan çok sular aktı. Sen futbolu bıraktın, seyir zevki yarıya indi. Sene 2021 ve senin gibi bir futbolcu hâlâ gelmedi. Ama sen Beşiktaş’a yine geldin. Yıllar sonra. Seninle büyüyen herkes biraz endişeli çokça sevinçliydi. Ben en başta korktum şahsen. Zaman hatası olmasından, vaktinden önce gelmiş olup da tüm olacakları harcamaktan…
Kimimiz çok emindi. ‘Sergen’in isteyip de yapamadığı yok ki’ denildi. Performans olarak kötü başladığın Beşiktaş Teknik Direktörlük kariyerinde, işleri toparlayana kadar verdiğin demeçler, söylediğin sözler, iştahın, hırsın, gösterdiğin olgunluk seviyesi hepimizi çok etkiledi. Ailenin küçük çocuğu nasıl da büyümüş, ne kadar da yaşının adamı olmuştu. Hele bir de ardından sonuçlar düzelmeye başlayınca, tutamadı kimseler seni. Aynı futbolculuk dönemlerindeki gibi… Görevi olanlar sustu, pustu; sen aradın hakkımızı. Oynarken de haksızlığa tahammülün sıfırdı. Toz kondurmazdın siyah beyazına. Hocalığına da bıraktığın yerden devam ediyordun. “Sonsuz kredi,” bir söz olarak ne kadar tehlikeli…
Rakip hocalar saldırdı, başkanlar uğraştı, yorumcular altını kazdı. Koskoca camiada, hepsiyle sen savaştın. Sergen Hoca başımızda olsun da ne olursa olsun dedik geçen sezon. Olabileceğin en iyisi de oldu, sayende. Futbol şansı, rakipsizlik, şu-bu kim ne derse dedin. Benim çok dilediğim ancak başında asla beklemediğim büyük bir başarıyla bitirdin.
Sonra işinin duayeni Hakan Gündoğar’ın yaptığı muhteşem röportajda izledim seni, hocam. Gözlerinin içi gülerken, çizgilerin başka konuşuyordu sanki. Ve düşündüklerimi destekleyen cümleni söyledin: “Hoca olmak, oynamaktan çok daha zormuş. Bu kadar olacağını hiç tahmin etmemiştim. Çok fazla yoruldum ve stres yaşadım. Uzun süre futbol konuşmak istemiyorum.” Duyduğumda, teknik direktörlüğe bizde veya başka yerde devam etmeyeceğinden, en az bir iki sezon bu işten uzak duracağından emin oldum. Sonra neden bu kadar uzadığı gerçeğini öğrenemediğimiz şekilde, aylar sürdü sözleşme imza aşaması. Yine hakkında her şeyi herkes senden daha çok biliyordu. Yine onlarca senaryo yazıldı. İndir kaldır, senin adından başkası geçmedi ortalık yerlerde, her programda, her söyleşide. Sen yine yalnızdın. Bir insan bu kadar büyük bir yükün altında bunca uzun süre böyle yalnız bırakılır mı? Bırakılmamalıydı. Senin gidişin değil bu. Şimdi etraftan duyarsın, sana kızan çoktur. Orada burada atıp atıp tutuyordur insanlar. Sakın üzülme. Bugünden sonra futbola dair parmak bile oynatmasan, senin adını silebilecek bir güç yok tarihimizden. Sen kırılma sana sitem eden Beşiktaşlıya. Anlıyoruz seni çoğunlukla. Bir şeyler oldu sana. O sözleşme süreci seni bozarken, senin için uğraşılıyor imajı da başkalarını kurtardı belki. Ya da bize öyle gösterilmek istendi.
Yönetenler bizim kadar bilemedi, tanıyamamışlar Hoca Sergen’i. Senin kafan rahat olmazsa, sen mutlu değilsen, oynayamazsın ki… Bu defa anlatmadıklarında anladık seni, hocam. Keşke bu yangın 15-16 maça kadar büyümeden, kesseydin kangrenli kolu, bacağı. Keşke doğru gitmeyen ne varsa paylaşsaydın da şu mutsuzluğu yaşamasaydık hep birlikte. Yine de (ve her zaman) iddia edeceğim, futbola dair sen ne düşünürsen, vardır bir bildiğin. Kızma sana kızan hiçbir taraftara. Biz seni hep severiz. Biz seni her zaman herkesten çok sevdik – Beşiktaş hariç.
Ve bugün haberde bir fotoğraf gördüm; dolmuş ile yollarını arşınladığın evinden bugünkü aracınla çıkarken el sallıyordun. Mutsuz gülüşün içimi burktu. Bir gün, aynı yerde, doğru zamanda, doğru insanlarla gelip, eseceğin günleri sabırsızca bekliyoruz şimdiden. Bize yaşattığın geçen sene için, -görevin olan / olmayan- yaptığın her şey için, sana sonsuz minnettarız. Hakkını helal et, hocam.
Bu asla veda değil, sen yine geleceksin!